Tavşanlı Çevre Topluluğu

r10Maude Barlow tarafından yazılan 'Mavi Sözleşme' kitabı. Kitapta dünyadaki temiz su kaynaklarının giderek azalmakta olduğu açık bir şekilde anlatılıyor. Tabii bazı büyük şirketler bu durumdan faydalanarak temiz su kaynaklarını ele geçirme derdinde.

 Özellikle içinde bulunduğumuz temiz su krizi boyutlarını anlamak bakımından son derece önemli bir kitap. [Kitap 2009 yılında Yordam Yayınları tarafından Türkçeye çevrilmiştir]











r10Toprak isimli kitapta David Montgomery toprağın uygarlıklar ve insanlık için ne kadar önemli olduğunu anlatıyor. Montgomery'nin ortaya koyduğu gibi birçok uygarlığın çöküşü ve yükselişi toprak ile ilgili. Çünkü toprak uygarlık için vazgeçilmeyecek kadar önemli. Toprak kolay oluşan bir şey değil. 2,5 santimlik yeni bir toprağın oluşması beş yüz yıl sürebiliyor. Montgomery şöyle diyor:

"Bir uygarlık ancak insanlarını doyuracak oranda üretken toprağı oldukça ayakta kalabilir. Bir arazinin toprak bütçesi, gelir, gider ve tasarruftan oluşan bir aile bütçesine benzer. Tasarruflarınızı harcayarak yaşayabilirsiniz, bir müddet sonra parasız kalırsınız. Bir toplum da doğanın mevduatından ancak faiz geliri kadar para çekerek , yani yeni bir toprak oluşumu kadar toprak yok ederek, iflastan kurtulabilir. Erozyon yeni üretimi aşarsa, toprak kaybı anaparanın tüketilmesine yol açar." [David Montgomery, Toprak, İş Bankası Yayınları, 2010]










r10Jared Diamond ekolojik ve çevresel nedenlerden dolayı yıkılan uygarlıkları çok büyük ustalıkla anlatıyor. Bu kitabı okuduğunuz zaman  uygarlıkların yıkılışında ekolojik faktörlerin ne kadar çok önemli olduğunu anlıyorsunuz. 

Diamond kitabında kaynaklarımızı israf edersek, doğanın bize verdiği tehlike işaretlerini önemsemezsek başımıza neler geleceğini anlatmakta.  Kitap aynı zamanda ekolojik ve çevresel faktörleri küçümseyenler için çok önemli bir uyarı ve ders niteliğinde. Özellikle bir zamanlar bolluk içinde yaşayan Polinezyalılar'ın göz göre göre adadaki ağaçları kesip, çevreyi tahrip etmelerinin sonunda düştükleri içler açısı durumdan çıkarılacak çok şey var. Bir zamanlar rahat içinde yaşayan bu ada halkı çevreyi tahrip ettikten sonra birbirlerini yemeye yani yamyamlığa başladı. Diamond şöyle yazıyor:

"Bunlar ormanların yok olmasının ve diğer çevresel etkilerinin sadece ilk etapta görülen sonuçlarıydı. Açlık, nüfus çökmesi ve yamyamlığın başlaması daha ileri zamanlarda görülen sonuçlar oldu. Hayatta kalan ada insanlarının açlığı, moai kavakava denen çökük avurtlu, kaburgaları çıkmış, açlık çeken insanları temsil eden küçük heykellerle de doğrulanmıştır. 1774'de adaya çıkan Kaptan Cook ada halkını 'küçük, sıska, mahçup ve sefil' olarak tanımlamıştır. İnsanların çoğunun yaşadığı kıyı şeridi en çok nüfusun olduğu 1400-1600'lü yıllardan sonra 1700'lerde %70 oranında azaldı. Bu aynı zamanda genel nüfusta da bir azalma olduğunu göstermektedir. Eskiden beri kullandıkları et kaynakları ortadan tamamen kalkınca ada halkı o zamana kadar akla hiç gelmedik bir kaynağa, insana yöneldiler. İnsan kemiklerine artık sadece usulüne uygun olarak gömülen mezarlarda değil, Paskalya adasının çöplüklerinde de rastlanır oldu. Oysa ada halkının yüzyıllardır ağızdan ağıza aktarılan hikâyelerinde yamyamlık olabildiğince yerilmektedir." [Jared Diamond, Çöküs, Timaş Yayınları, 2006]


r10Bir takım şirketler o kadar güçlü biçimde yiyeceklere müdahale ediyor ki artık doğru düzgün ne yediğimizin farkında bile değiliz. Ne yediğimizi, bu yiyeceklerin nereden geldiğini, hangi işlemlerden geçtiğini sorgulamıyoruz bile. Michael Pollan ise bunu sorgulamaya karar veriyor. Ve ulaştığı sonuçlar son derece ürkütücü: Obezite, şeker hastalığı gibi birçok hastalık modern beslenme alışkanlığı ile önemli derecede ilişkili. Ve üstelik endüstri bilimi o şekilde kullanıyor ki bu insanların daha çok sağlıksız gıdalar tüketmesine yol açıyor. Gıdanın tadı belki son derece iyi, görüntü de son derece güzel ilk başta. Ama bunlar son derece aldatıcı. Modern gıda sanayisi son derece sağlıksız biçimde işliyor ve insanların sağlıklarını tehdit ediyor. Pollan şöyle yazıyor:

"Amerikan Tıp Derneği Dergisi'nde yayınlanan bir çalışmaya göre 2000 yılında doğan bir çocuğun diyabete yakalanma ihtimali üçte birdir. (Afrikalı-Amerikalı bir çocuğun yakalanma olasılığı ise beşte ikidir.) Diyabetle birlikte obeziteye eşlik eden diğer hastalıklar nedeniyle yeni nesil Amerikalıların ömürleri ebeveynlerinden daha kısa olacaktır. Sorun Amerika'yla da sınırlı değildir."

Michael Pollan  modern gıda sanayinin daha çok tep tip (Mısır gibi) yiyeceklerin yetiştirilmesini ön plana çıkardığını bunun ise çevre içinde son derece ciddi sonuçlar doğurduğunu anlatıyor. Pollan şöyle diyor:

"Bu yüzden ucuz mısır belası devam etmekte; (hem burada hem de ihraç ettiğimiz ülkelerde) çiftçileri fakirleştirmekte, toprağın kalitesini düşürmekte; suyu kirletmekte ve ucuz mısırı sübvanse etmek için yılda 5 milyar dolar harcayan federal hazineyi boşaltmaktadır." [Michael Pollan, Etobur-Otobur İkilemi, Pegasus Yayınları, 2009]


r10Sheldon Rampton ve John Stauber bir takım şirketlerin, bilimi nasıl manipule ettiklerini ve kendi çıkarları için nasıl bilim adamlarını, devlet görevlilerini kullandıklarını birçok belge ve kanıtla ortaya koyuyor.

Kitaptan anlıyoruz ki: Şirketler propaganda teknikleri ile uzmanları ve devlet görevlilerini de yanlarına alarak kitleleri her türlü bilim dışı saçmalığa, zırvalığa inandırmakta büyük güce ve olanaklara sahipler. Ve üstelik bu konuda yaşanan olaylar yadsınamayacak kadar fazla. Geçmişte en zararlı şeyleri bile bazı şirketler ustalıkla bilimi de manipule ederek kullanmaya çalıştı. Örneğin sigaranın başlarda bilinen birçok olumsuzluğuna rağmen, sigara şirketleri başta bazı doktorları yanlarına alarak yıllarca sigaranın propagandasını yaptılar ve sigaranın 'sağlık' için yararlarını anlattılar. 

Yine petrol şirketlerinin güçlü lobi faaliyetleri sonunda ABD'de küresel ısınma konusunda ciddi şüpheler oluşturuldu veya küresel ısınmanın doğru olmadığı anlatıldı. 

Bugünde bu birçok konuda böyledir.

Bu kitabı okuduğumuzda şirketlerin ve medyanın söylediği her şeye inanmamız gerektiğini, bunun için de kendi aklımız ve düşüncemizi de kullanmamızın, zaman zaman da farklı seslere kulak vermenin, meseleyi derinlemesine araştırıp, muhakeme ve analizden geçirmenin büyük önemini anlıyoruz. 



r10Lester R Brown geldiğimiz noktada çevresel (temiz su, toprak vb.) faktörlerden dolayı bu yüzyılda gıda güvenliği başta olmak üzere birçok önemli sorunla ilgili olarak tehlike çanlarının çalmaya başladığını anlatıyor.

Brown kitabında şöyle diyor:

"Bugün okyanus balıkçılığının sürdürülebilir verimine, yeraltı aküferlerine ve doğanın karbondioksit emilim limitlerine baskı yaptığımız bir dünyada, eskiden gıda güvenliği sağlayan politikalar artık yetmeyecek. Girdiğimiz çağın doğasını anlamadıkça ve dünyanın doğal sınırlarını tanıyan yeni politikalar ve öncelikler oluşturmadıkça dünya gıda güvenliği kötüleşmeye başlayabilir. Bu durum yaşandığı takdirde gıda güvenliği, hükümetlerin öncelikli endişesi olarak terörizmi bile gölge de bırakabilir." [Lester R. Brown, Dünyayı Nasıl Tükettik, İş Bankası Yayınları, 2006]

İçinde yaşadığımız bu çağda gıda güvenliği ve bununla ilgili olarak çevre ve ekolojik sorunlar son derece önemli. Bunu önemsemeyenler, olaylara sanki bir şey yokmuş gibi eski paradigma ile bakanlar, sanayileşmemiz lazım, gıda güvenliği ve çevre sorunları da neymiş diyenler, bir takım acı gerçekle yüzleşmek zorunda kalabilirler. Sorun çok geç kalınmaması. 

İngilizce bilenler  Lester R Brown'un birçok kitabına www.earth-policy.org sitesinden, yani buradan ulaşabilirler. 



r10John Bellamy Foster bu kitapta çevre ve ekolojik krizi kısa ama oldukça etkileyici, anlaşılır bir şekilde ortaya koymuş. Foster şöyle diyor:

"İnsanlık, çevreyle ilişkisinde kritik bir eşiğe ulaşmıştır. Gezegenin yıkımı, insani amaçlar için kullanılamaz hale getirilme anlamında geri dönülmez bir noktaya ulaşmıştır. Gezegeni yıkan insan, şimdi hem doğanın büyük çoğunluğunun devamını ve hem de toplumun bekâsını ve gelişimini tehdit etmektedir. Bugün çevreyle ilgili olan ve dünyayı bezdiren nakarat, âcil sorunların uzun bir listesini içerir: Aşırı nüfus artışı, ozon tabakasının yok olması, küresel ısınma, türlerin yok oluşu, genetik çeşitliliğin kaybolması, asit yağmurları, nükleer kirlenme, tropikal ormanların yok olması, yüksek ormanların ve sulak alanların yok edilmesi, toprak erozyonu, çölleşme, sel baskınları, kıtlık, göllerin, derelerin ve ırmakların yağmalanması, yeraltı sularının çekilmesi ve kirlenmesi, sahil kenarındaki deniz sularının ve haliçlerin kirlenmesi, mercan resiflerin tahribatı, denizlere petrol dökülmesi, balıkçılıkta aşırı avlanma, denizi doldurarak kazanılan toprağın genişlemesi, zehirli atıklar, böceklerin ve zararlı bitkilerin öldürülmesinde kullanılan ilâçların zehirleyici etkileri, işyerlerinde tehlikelere maruz kalma, kentlerdeki aşırı kalabalıklaşma, yenilemez kaynakların tükenmesi. Saygın bir kuruluş olan Dünyayı İzleme Enstitüsü'ne [Worldwatch Instute] göre, eğer eski haline döndürülemeyecek toplumsal-ekolojik bir kötüye gidişten kaçınmak istiyorsak, başlıca çevre sorunlarını kontrol altına alabilmemiz için önümüzde sadece 40 yıl var ve 1990'lı yıllar, zorunlu değişiklikleri yapmamız gereken çok hayati bir on yıldır." [John Bellamy Foster, Savunmasız Gezegen, Epos Yayınları, 2002]



r10F. William ENGDAHL'ın kitabı GDO (Genetiği Değiştirilmiş organizmalar) ne amaçla kullanıldığı, çevreye ve insan sağlığına zararlarını, bilimin bu amaçlar doğrultusunda nasıl manipule edildiğini anlatıyor.

Kitap George Kennan'ın 1948 yılında söylemiş olduğu dikkat çekici bir sözden alıntı ile başlıyor.  Kennan'ın dikkat çeken sözü şöyle:

"Biz dünya nüfusunun %6,3'ünü oluşturuyoruz ama zenginliğin yarısına sahibiz. Bu farklılık özellikle bizler ve Asyalılar kadar büyük. Böyle bir durumda kıskanılma ve gücenilme gibi bir durumda olamayız. Gelecek dönemdeki asil görevimiz; ulusal güvenliğimize bir zarar getirmeden bu farklılık durumunu sürdürebileceğimiz bir ilişki kalıbı tasarlamaktır. Bunu yapmak için tüm duygusallık ve hayallerden uzak durup her yerdeki  ulusal hedeflerimize odaklanmalıyız. Kendimizi çıkarlarımızdan fedâkarlık ederek dünyanın iyiliği için lüksümüzden vazgeçeceğimiz konusunda kandırmamıza hiç gerek yok."

Engdahl, ABD'nin ve ABD'deki güçlü elitlerin gıda kontrolüne son derece büyük önem verdiğini belirterek bunu birçok argüman ve örnekle açıklamaya çalışıyor. Ve Kissinger'in "Petrolü kontrol edersen ulusları kontrol edersin, yiyeceği kontrol edersen insanları kontrol edersin" sözlerine atıfta bulunuyor. Bu arada ABD'deki güçlü şirketlerin tarımı fabrika çiftliğine haline getirme konusundaki çabalarına ve bunun ekolojik, çevre ve insan sağlığı için oluşturduğu tahribata dikkat çekiyor. Engdahl bu olup bitenleri şöyle anlatıyor:

"Yüz binlerce bağımsız çiftçi şirket tarımcılığının yayılmasıyla işlerinden zorla uzaklaştırılmıştı. Kısaca rekabete ayak uyduramadılar. Geleneksel tarım, doğası itibariyle emeğe dayalıyken, fabrika çiftçiliği sermayeye dayalıydı. Hayvan barındırma sistemi için para arttırmayı becerebilen çiftçiler kısa süre içinde işgücünden elde ettikleri tasarrufun ilaçlama, enerji ve kafesleme masrafları için yeterli olmadığını fark ettiler.

Fabrika çiftçiliği arttıkça hayvanların fiyatı da azalmaya başladı. Binlercesi sektörün dışına itilmişti. 1979-1998 yılları arasında ABD'de çiftçilerin sayısı 300.000 azaldı."

"Ortadan kaldırılan bir başka azınlık raporu da Senatör Tom Harkin tarafından Kasım 2004 seçimlerinden hemen önce hazırlanan rapordu. Bu rapora göre kahvaltılık tahıl pazarının %89'u, et paketleme sektörünün %84'ü ve domuz kesim işlemlerinin %64'ü dört şirketin elindeydi.

Cargill, 1998'de Continental Grain'i ele geçirince ulusal tahıl potansiyelinin de %40'ına sahip oldu. ABD Adalet Bakanlığı bu birleşimi onayladı. Dört büyük tarım-kimya tohum şirketi (Monsanto, Novartis, Dupont ve DowChemical) mısır tohum satışının %75'ini, soya fasülyesi tohum satışının %60'ını ve kimya piyasasının büyük bir kısımının kontrolü ellerinde bulunduruyordu. 

1980 ve 90'larda geleneksel çiftçiler topraklarını ve sürülerini terk etmeye zorlandıklarında, şirket tarımcılığı hem bu boşluğu doldurdu. İşin dramatik boyutu, kurnazca hazırlanmış, istatistik raporlarında geleneksel yapının genişleyerek dev kurumlar haline dönüştüğü saklanmıştı.

Belediyeler zaman zaman bu şirketlerden, kırsal bölgelerdeki işsizlik bunalımının giderilmesi ve ekonomik büyüme için, vergi indirimi  gibi cazip tavizler vererek istihdam yaratmasını istediler. Ancak büyüme yaşanan tek şey hayvan atık ve dışkılarının hayal edilemeyecek artışıydı. 

Fabrikada hayvan üretimi devrimi 1980'lerde başlamıştı. Belli nedenlerle halka fazla duyurulmamıştı. Büyük ölçekli üretim ve verimliliğin sağlanması için aynı otomotiv sektöründe olduğu gibi bir montaj hattı uygulamasına geçilecekti. Domuz, sığır ve tavuklar, açık alanda ya da herhangi bir hastalık durumunda çiftçinin birebir ilgi gösterebileceği barınaklarda yapılmayacaktı. Yoğun Hayvan Besleme İşlemleri'ne (CAFO) göre yeni yöntemin adı 'bağlı besleme'ydi. Amaçları minimum maliyetle maksimum kâr  elde etmekti. Kâr, kurumsal şirket tarımcılığının bu dönüşüme girmelerinin temeliydi.

CAFO en küçük hayvan bağlama alanına bile önemli bir yoğunluk getirmişti. Doğumundan kesime kadar ortalama 250-300 kilogram ağırlığına ulaşan bir domuz, ancak kendi genişliğinde bir kafeste barınmak zorundaydı. Hayvanlar sürekli ayakta durduklarından zamanla sağlık sorunları baş gösterdi. Doğal olmayan bu koşullarda dişi domuzlar delirmeye ve demir çiftlerini kemirmeye başladılar. Hayatları boyunca hiç gün ışığı görmüyorlardı."

F. William ENGDAHL'ın kitabı GDO (Genetiği Değiştirilmiş organizmalar) ne amaçla kullanıldığı, çevreye ve insan sağlığına zararlarını, bilimin bu amaçlar doğrultusunda nasıl manipüle edildiğini anlatıyor:





"90'ların sonunda şirket tarımcılığı, ABD'nin genel su kirliliğini arttıran en önemli unsur olmuştu. Yapılan bir çalışmaya göre domuzlar insana göre 2 ila 4, süt inekleri insana göre 24 kat atık oluşturuyordu. Geleneksel tarım uygulamalarında bu oranlar çevreyle ilgili bir tehdit oluşturmuyordu. CAFO'lar insan ve çevre sağlığı için büyük bir tehlike arz ediyordu. İşin mali yönü de ele alındığından hükümet bu şirketlerin kârlarını yükseltmesi için uygun şartları hazırlıyor, fakat halk sağlığı için zorunlu şartlar gözetilmiyordu.                                                              

CAFO'lar bu sorunu çözmek için derin çukurlar kazarak on milyonlarca galon atığı bu çukurlara boşaltma yöntemini de uygulamıştı. İnsan atığından 130 kat tehlikeli olan bu kokuşmuş atıklar ABD'nin yeraltı sularına karışıyordu. CAFO'lar hayvan atıklarının tasfiyesi, sürekli taşan ve sızdıran, hastalık saçan bu göllere aktarımı için asgari ücretle kaçak işçiler tutuyorlardı.

Kaliforniya'daki devasa Central Valley çiftliğindeki 900.000 süt ineğinin atıklarının suya karışmasıyla sudaki nitrat oranı %400'e fırlamıştı. Buradaki hayvanların ürettiği atıklar 21 milyon insanınkine eşdeğerdi.

Sadece atıklar değil, buradaki hayvanlar arasında hastalık bulaşmasını engellemek amacıyla ilaç kullanımı, özellikle antibiyotikler alımları da tavan yapmıştı. 90'ların sonunda antibiyotik, insanlar için değil, %70 oranında hayvanlar için kullanılıyordu. İlaç endüstrisi de yavaş yavaş şirket tarımcılığı zincirine dâhil oluyordu.

Henüz 1954'te daha Golberg ve Davis tarımla ilgili projelerini yeni yeni geliştiriyorken ABD'de hayvanlar için kullanılan antibiyotik miktarı 250 tondu. 2005 yılında ise bu oran 18.500 tona ulaşmıştı. Penisilin ve tetrasilin sıklıkla kullanılan antibiyotiklerdi ve yemlere katılarak hayvanların daha hızlı gelişmesine yardımcı oluyordu.

Hayvanların antibiyotiklerle beslenmesi ve tüketime sunulmasının bir başka sonucu da, artık bakterilerin antibiyotiklere karşı daha direnç kazanmalarıydı. Hastalık Kontrol Merkezi ve USDA'nın hazırladığı raporda, antibiyotik ve diğer maddelerle dolu gıdalara bağlı hastalıkların yayılması, salgın olarak nitelendirilmişti. Bu hastalıkların temel nedeni gıdalara, suya ve süte karışmış hayvansal atıklardı." 

Engdahl, GDO'ların  tohum, gıda vb. konularda zaten çok büyük güce ulaşmış şirketlere çok daha büyük güç verebileceğini dile getiriyor. Üstelik bu gücün boyutlarını ve sınırları bile tahmin etmek son derece güç.Büyük küresel şirketler borç krizi vb. sayesinde ülkedeki tohum ve gıda üretimini kontrol etme peşinde. Ve Engdalh'a göre bunu Arjantin, Irak, Brezilya gibi ülkelerde başarmış durumdalar. Engdahl şöyle diyor:

"9o'ların ortasında, Menemen hükümeti, Arjantinin üretken geleneksel tarımını ihraç amaçlı 'monokültür (tek mahsül odaklı) tarıma dönüştürmek için harekete geçti. Seneryo daha önceden Rockfeller'ın ortakları tarafından New York ve Vaşington da hazırlanıp eline tutuşturulmuştu.

Menem, gıda üretiminden, GD soya fasülyesi ekimine geçisin sebebini şişen dış borçların önünü kesmek için açıklamıştı. Bu koca bir yalandı. Ama Arjantini David Rockefeller, Monsanto ve Cargill gibi ABD yatırımcıların piyonu haline getirmede başarılı oldu. 

Neredeyse Yaklaşık 20 yıl boyunca ekonominin dış borçların artmasıyla baltalanması, zorunlu özelleştirmeler, koruyucu ulusal engellerin parçalanması Arjantin tarımını artık herkesin en radikal dönüşüm hedefi haline getirmişti. 

1991'de ABD'de henüz tarla denemeleri başlamadan birkaç sene önce, Arjantin, ABD'nin GDO'ları geliştirdiği gizli laboratuarı haline geldi. Halk bu projelerin kobayları durumundaydı." [F. William Engdahl, Ölüm Tohumları, Bilim+Gönül Yayınları, 2009]


                                                     
r10 Rachel Carson organik kirleticiler ve böcek öldürücü ilaçların çevre için oluşturacağı olumsuz etkilere yıllar önce yazmış olduğu 'Sessiz Bahar' isimli kitapta dikkat çekmişti. Bu kitap belki de ABD'de çevre konusunda insanlar arasında bir uyanış oluşturdu. Ve insanlar organik kirleticilerin hiç de sanıldığı kadar masum olmadığını; üstelik bunların çevre ve insan sağlığı için son derece olumsuz etkilere yol açabileceğini anlamaya başladı. Carson şöyle yazıyordu kitabında:


"Yeni sentetik böcek öldürücüleri diğerlerinden ayıran özellik çok büyük boyuttaki biyolojik etki güçleridir. Sadece zehirlemeleri nedeniyle değil vücudun birçok yaşamsal süreçlerine girmeleri ve bunları uğursuz ve sıklıkla öldürücü şekilde değiştirmeleri nedeniyle çok büyük güce sahiptirler. Böylece göreceğimiz gibi, işlevi vücudu zararlardan korumak olan özel enzimleri bozar, vücuda enerji sağlayan yükseltgenme süreçlerini engeller, çeşitli organların normal işlevlerini önler, belirli hücrelerde kötücül gelişmeye yol açan yavaş ve geri döndürülemez özellikte değişiklikleri başlatabilirler." [Rachel Carson, Sessiz Bahar, Palme Yayınları, 2004]  









Make a Free Website with Yola.